hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri –o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade– şakirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise hususi ve şahsî kalır.

Hattâ ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir, mantıkça yakîn ve kat’iyeti ifade etmiyor belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır.

Çünkü ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usûlü’d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.