Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan –hususan ihtiyacı da varsa– kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakiki adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…

(Hikâyenin hülâsası bitti.)

***