sâikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztırarîdir. Biz isek ashab-ı izzet, servet insanlarız.”

Hülâsa: Onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa davet ettiler. Huda’ ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: “Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme! Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak hâlis mü’minlerin yaptıkları gibi yapıyoruz.” diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki kalplerinde “Bu fakir ve kıymetten sukut eden mü’minler gibi değiliz.” gibi başka bir manayı izmar etmişlerdir.

Hülâsa: اَنُؤْمِنُ lafzında onların fesadına, ifsadına, gururlarına, nifaklarına gizli birer remiz vardır.

كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُ

Yani “Kâmil zannettiğiniz mü’minler; nazarımızda zelil, fakir bir cemaattir. Her birisi bir kavmin sefihidir.”

Onların tecviz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır:

1- Mecmau’l-mesakin, melceü’l-fukara, hakkı himaye, hakikati muhafaza, gururu men’, tekebbürü def’ eden yegâne İslâmiyet’tir. Evet, kemal ve şerefin mikyası İslâmiyet’tir.

2- Nifakı intac eden; garaz, gurur, tekebbürdür.

3- İslâmiyet; ehl-i dünya, ashab-ı meratib ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinler hilafına, ehl-i fakr, hâcet elinde ihkak-ı hak için kırılmaz elmas bir kılınçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir.

اَلَا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ

Bilinmesi lâzımdır ki Kur’an-ı Kerim’in kesretle nifakın aleyhine yaptığı şiddetli tehditler, takbihlerin sebebi ancak ve ancak âlem-i İslâm’ın nifak şubelerinden maruz kaldığı darbelerdir.

اَلَا ikaz âleti olup, sefahetlerini teşhir ve efkâr-ı âmmeyi sefahetlerine istişhad etmek için zikredilmiştir. Hakikati göstermek için bir âyine ve hakikate delâlet için bir delil vazifesini gören اِنَّ lisan-ı