بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Nur’un fevkalâde has şakirdleri; Sikke-i Gaybiye müştemilatıyla, o evliya-yı meşhureden, kırk günde bir defa ekmek yeyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî’nin sarîh ihbarı ve evlatlarına vasiyeti ile ve Isparta’nın meşhur ehl-i kalp âlimlerinden Topal Şükrü’nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikati dava edip fakat iki iltibas içinde bu bîçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini ta’dile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet onlar, On Sekizinci Mektub’taki iki ehl-i kalp çobanın macerası gibi hak bir hakikati görmüşler fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:

Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı A’zam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazen de o şahs-ı manevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadakatle olduğu halde; bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi; hilafet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâm’a bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâm’a hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.