yapınız, minnet çekmem!” dediğim, onları hem kızdırdı hem susturdu. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞

حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

***

Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.

Bazı zatlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat meydan almış ki ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlup kalacak. Çünkü mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder.

Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlup vaziyetinde kalır.

Eğer mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz bîçareleri ezseler o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte Kur’an’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem her şey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile icbar ile sükûtumuzu