Bu âyet لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyet’in ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ yani “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”
Madem bu âyet, bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurani müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:
Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben “Yazık!” dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim.
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ
bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi cehennem de adam ister.
(Beşinci Şuâ’nın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)
Said Nursî
***
Aziz, sıddık kardeşlerim!
…
Hem bunu kat’iyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Benim ne haddim var ki sahip olayım tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz.

