bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayişi idame lehinde, sabır ve tahammüle karar verdim.
Elbette dünya daimî olmadığı gibi hâdisatı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevî ve uhrevî binler zakkum ve azap neticeleri var. O zaman, faydasız “Yüz binler teessüf!” diyeceksiniz.
Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur’la bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def’etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı set çekmek.
İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
Afyon Emniyet Müdürüne derim ki: Müdür Bey! Dünyada, eski zamandan beri görülmemiş bu derece kanunsuz ve manasız ve maslahatsız tecavüzler bana geldiği halde neden aldırmıyorsunuz? Bir misali:
Camiye, hâlî zamanda, cemaat hayrına sahip olmak için bazı bir iki adamdan başka kimseyi yanıma kabul etmediğim halde, resmen “Kat’iyen camiye gitmeyeceksiniz!” deyip bu gurbette, hastalık ve ihtiyarlık ve yoksulluk içinde bu ihanet hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Haberim olmadan, caminin hâlî bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mesele şeklinde hem bana hem umum halka manasız telaş vermek hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Soruyorum.
Bana bu ihanetleri yapanların hiçbir bahaneleri yoktur. Yalnız teveccüh-ü âmmeyi bahane edip: “Bu menfî adama neden hürmet ediyorsunuz?” Ben de derim:
Bütün dostlarım biliyorlar ki ben, şahsıma karşı hürmeti ve teveccüh-ü âmmeyi istemiyorum, reddediyorum. Benim hakkımda başkalarının hüsn-ü zannını kabul etmediğim halde, hangi kanun beni mes’ul eder ki ihtiyarım ve rızam haricinde, başkasının hüsn-ü

