için böyle yapıyorsun?” derdim, “Hizmetimize maddî fayda girmeyip fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz.” derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman –bildiğime göre– birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim “Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun.” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zatın hakiki hali bu surette iken insafsız insanlar, bunun hakkında işaa ediyorlar ki Said’in sayesinde yaşıyor.

O da kemal-i iftiharla dedi: “Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder.” dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur’an’a zarardır. Onun için hakikat-i hali beyan ediyorum tâ ehl-i bid’a bilsin ki ihlas ile lillah için çalışıyorlar.

Said Nursî

***