Zat-ı âlînizle birlikte Medine-i Münevvere’ye gitmişiz. Harem-i Şerif’in kapısından girince Makber-i Saadet önümüzde görünüyordu. Makber-i Saadet’in içinde Peygamberimiz sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Babü’s-Selâm’a doğru müteveccih idiler. Ben der-akab koşmak istedim. Birlikte ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda nasıl yüzünü cemaate çevirir; bizim girdiğimiz tarafa doğru Zat-ı Risalet dönmüşler, diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zat-ı âlîniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile epey müddet görüştünüz. Dikkatli vech-i saadete nazar ettiğimde, alnı vech-i mübareği güneş gibi gayet parlak ve sair aksamı buğday rengi, re’yü’l-ayn müşahede ettim. O esnada mükâlemeniz neye müncer olduğunu anlayamadım.

Tefsirini Üstad-ı ekremime havale ediyorum. Yalnız kāsır fikrimle, sen ne oluyorsun diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım şu zalimlerin İslâmiyet’e karşı tecavüzlerini, kendi merciine ve şeriat sahibine şikayet etti.

Mesud

***

(Vezirzade Küçük Mustafa’nın fıkrasıdır.)

Ey sevgili Üstadımız, ey Nurların mazharı ve nâşiri!

Cenab-ı Hak sizi bu memlekete göndermiş tâ ki dalalete giden ruhlar, senin neşrettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenab-ı Hakk’a gece ve gündüz secde-i şükran etsek bu nimetlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.

Ey Üstadım, ben ümmiyim. Sair kardeşlerim gibi malûmatlı değilim ki Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı dilim ile ifade edeyim. Fakat inşâallah sadakatte ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardeşlerime yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram edemeyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delâlet eden bir iki vak’ayı arz edeceğim:

Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın içyüzü bana göründü. Hem fâni hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret