ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-i fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır ve اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ hakiki bir manasını anlar. Çünkü Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.

Evet nasıl ki ehl-i tarîkat, seyr-i enfüsî ve âfakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalple bulmuşlar.

Aynen öyle de yüksek ehl-i hakikat dahi marifet ve tasavvur değil belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler:

Biri: Kitab-ı kâinatı mütalaa ile Âyetü’l-Kübra ve Hizbü’n-Nuriye ve Hülâsatü’l-Hülâsa gibi âfaka bakmaktır.

Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar.

Ve enfüsî tefekkür-ü imanî hakikatinin bir parçası, Otuzuncu Söz’ün “ene ve enaniyet”te ve Otuz Üçüncü Mektub’un Hayat Penceresi’nde ve İnsan Penceresi’nde ve bazı parçaları da sair ecza-yı Nuriyede bir derece beyan edilmiş.

Bunu hem Lâhika’ya hem Sikke-i Gaybiye’ye hem Hülâsa’nın âhirine yazılsın.

***