divaneliktir. Divanelerle ciddi konuşmak dahi bir divanelik olmasından sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem!” dediğim, onları hem kızdırdı hem susturdu. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu parçayı sizler dahi Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan risaleler ve mektublar mecmuasının başında yazarsınız. Eğer mecmualar olmasa da Birinci Şuâ’nın başında yazarsınız. Beni merak etmeyiniz. Sevabın ziyade olması, bana sıkıntıları bir cihette sevdirir ve Nurların intişarına başka sahalarda meydan açar.

Umumunuza birer birer selâm…

Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan ve gaybî işaretler ile ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı meseleye, aynı davaya ittifakları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali’nin üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermesine dairdir.

Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalı idi. Keramet sahibi, kerametini yazamaz.”

Ben de onlara cevap verdim ki: Bu, benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir dedim. Onlar sustular, demek kabul ettiler.

Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasipti fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve fakir ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybî imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfüruşluk verip sukutuma sebep olsa da ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmaya –lüzum olsa– dünyevî hayat gibi uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için cehennemi kabul ederim.

***