parlak hakikatinin kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:

Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususi dünyasını لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو‌ diye inkâr etmekle, terk-i mâsiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat de yine daimî marifet ve huzuru bulmak içinلَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو‌ deyip kendi hususi dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi bu zamanda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsiyle tezahür eden

وَفٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ