tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?

Hülâsa: Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.

Ve keza o zatın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zatın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik sâikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.

Ve keza yaş kırka bâliğ olduğunda iyi olsun kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zatın (asm) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi.

Demek o zatın (asm) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.

DÖRDÜNCÜ MESELE

İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mazi yani zaman-ı saadetten evvelki zamandır. Şu sahifenin hâvi olduğu enbiya-i sâlifînin ahval ve kıssaları, o zatın sıdk-ı nübüvvetine birer bürhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lâzımdır:

Birinci Nükte: İnsan bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vâkıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.

İkinci Nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki âdi bir insan da olsa hattâ çocuk da olsa hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez.

Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem-şümul bir davada, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi yani okur yazar sınıfından