İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var; vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte şu cüz-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Her şey, malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyarî, kadere münafî değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünkü kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. İlm-i İlahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise ihtiyarı teyid ediyor, iptal etmiyor.

Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tabidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tabi değil. Yani ilim desatiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü malûmun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.

Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip o ezel ilmine, eşyanın tertip ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertip ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez.

İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.

Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taalluku var. Yani şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?”