İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı, bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup âhirette daimî bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

İşte Fatiha-i Şerife’nin âhirinde اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّٖينَ âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor. Ve Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı, bu âyettir. Madem yüzer muvazenelerle Nurlar, bu âyeti tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek bu kısa işaretle iktifa ederiz.

DOKUZUNCU KELİME

اٰمٖينَ dir. Buna kısacık bir işaret:

Madem نَعْبُدُ نَسْتَعٖينُ deki “nun” üç cemaat-i azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm camiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor. Biz dahi bu “Âmin” kelimesiyle, o cemaat-i muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o “Âmin” ile bir rica etmemizle, bizim cüz’î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir.

Demek uhuvvet-i imaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibarıyla ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha’daki “Âmin” külliyet kesbeder, milyonlarla “Âmin”ler hükmüne geçebilir.

Hâşiye: İşte derecata göre bir âmî, bir çekirdek kadar bu kudsî hakikatten hisse alsa ruhen terakki etmiş bir kâmil insan, bir