bu kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve

لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ

hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi bu kâinatın hakiki kemalâtı ve sermedî bir Cemil-i Zülcelal’in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef’alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektubları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-i Muhammediye (asm) ve risalet-i Ahmediye (asm) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder. Öyle de başta âlem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur; cehennemden daha acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı ebedîden, fena-i mutlaktan kurtulmak için daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ mahiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla, bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli ve kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (asm) ve hakikat-i Muhammediyeye (asm) şehadet edip nev-i beşerin medar-ı iftiharı ve eşref-i mahlukat olduğuna imza bastığı gibi; her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i imanın اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca, her gün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın defter-i hasenatına girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye (asm) yüzer milyon belki milyarlar âbid-i muhsin kadar küllî bir ubudiyete ve füyuzatına mazhar bir makam kazanması, o zatın risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar.

İKİNCİ İŞARET

Benim virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ الْاَمٖينِ بِشَهَادَةِ ظُهُورِهٖ دَفْعَةً مَعَ اُمِّيَّتِهٖ

بِاَكْمَلِ دٖينٍ وَاِسْلَامِيَّةٍ وَشَرٖيعَةٍ وَبِاَقْوٰى اٖيمَانٍ وَاِعْتِقَادٍ وَعِبَادَةٍ

وَبِاَعْلٰى دَعْوَةٍ وَمُنَاجَاةٍ وَدَعَوَاتٍ وَبِاَعَمِّ تَبْلٖيغٍ وَاَتَمِّ مَتَانَةٍ

خَارِقَاتٍ مُثْمِرَاتٍ لَا مِثْلَ لَهَا