padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum.” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor.” der.

Öyle de Gavs-ı Geylanî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyh’in sırr-ı azîm-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsinin makamı noktasında ve Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın verasetiyle hakikat-i Muhammediyesinde (asm) kendini gördüğü gibi fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zatîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez, söylese mes’uldür.

Hazret-i Şeyh veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kadem-i mübareğini omuzunda gördüğü için kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen temeddüh ve iftihar değil belki tahdis-i nimet ve âlî bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azîme-i İlahiyeyi yâd edip bihakkın müftehirane şükretmiştir.

Üçüncü Nokta: Keramet, mu’cize gibi Cenab-ı Hakk’ın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zat ise bazen biliyor, bazen bilmiyor; vukuundan sonra bilir. Keramete mazhariyetini kable’l-vuku bilen ve ikram-ı İlahîye ihtiyarıyla tevfik-i hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise Cenab-ı Hakk’ın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o keramet ikramdır; bütün tafsilatıyla keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir.

Bu sırra binaen Hazret-i Şeyh i’lam-ı Rabbanî ve izn-i İlahî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bi’l-hak ve bir ikram-ı İlahî ve veraset-i Nebeviye itibarıyla zuhur ettiğinden mu’cizevari, kudret-i beşer fevkinde bir şekil almış. Sun’î, irade-i Şeyh ile olduğu değildir. Çünkü intaktır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun