Hem de وَالشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve nazairi bu üsluba birer mecradır.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ

Hâtime

Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya lafız ve üslubun perişanlığından neş’et eder –bu kısım Kur’an-ı Vâzıhu’l-Beyan’a yanaşmamıştır– veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymettar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; müşkülat-ı Kur’aniye bu kısımdandır.

Tenbih:

Hadîs-i şerifte vârid olduğu gibi her âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer had ve muttala’ı ve her had ve muttala’ın çok şücûn ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin her birinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak, iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir İtizal’i intac eder. Öyle de devair ve meratib tefrik olunmaz ise böyle neticeleri verir.

On Birinci Mukaddime

Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir.

Zevi’l-elbabca mukarrerdir: Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder. O kaziyelerin her biri ayrı birer madenden çıktığı gibi ayrı ayrı birer semere de verir. Biri birinden fark etmeyen, haktan bîgane kalır.

Mesela, hadîste denilmiş: اَنَا وَالسَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ Yani ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz. Mabeynimizde tavassut edecek peygamber